ÜZÜM TANELERİ
Çeşme, MÖ: 27 Ağustos 482
Güneş, yakıcılığını geride bırakıp Samos adası üzerine
doğru inmeye başlamıştı. Zaman zaman hızını yükseltip ağaçları
oğultular çıkararak eğen rüzgarın serinliği, güneşin yakıcılığını
hissettirmiyordu. Rodophe, Üzüm toplayıp şarap yaparak veya şarap
yapanlar için üzüm sıkarak geçimini
sağlayan üç çocuklu bir ailenin 8 yaşındaki büyük kızıydı. Aslında satrapın malı
olan ama kendilerine ayrılan üzüm bağına giden patikada babasının
hemen arkasında bir yandan elindeki sepeti sallayarak yürürken bir
yandan da diğer elindeki asma dalından yapılmış oyuncak bebeği ile
konuşuyordu. “ Benim üzüm sularımın hepsini sana vereceğim Salima.
Merak etme sen de benim kadar büyük olacaksın. Sonra seninle oyunlar
oynayacağız.” Bebeğini öpüp küçük elleri ile göğsüne bastırırken
babasına sordu. “ Baba, Salima’yı da Klazomenai’deki panayıra
götürebilir miyiz?”
Rodophe her çocuk gibi sürekli sorular soruyordu ama
babasının kafasında yaklaşan korku dolu günler ve olabilecek
felaketler üzerine çeşitli sahneler akıp gidiyordu. Çok uzaklardan
kötü haberler geliyordu; Persler Anadolu’yu istila ediyor, geçtikleri
yerleri yakıp yıkıyor, geride kan ve gözyaşı bırakıyorlardı. Küçük
kızının tüm bu düşüncelerden uzak kendi dünyasında yaşadığını
biliyordu. Her yıl bağbozumundan sonra kurulan panayırın bu yıl
kurulamayacağını, oraya gitmelerinin mümkün olmadığını söyleyip
kızının hayallerini alt üst etmek yerine “Evet kızım, götürebilirsin”
dedi. Rodophe’un soruları ardı ardına gelmeye devam ediyordu. “ O da benim
gibi ne zaman yemek yiyecek?... Benim gibi yemek yerse daha çabuk
büyür öyle değil mi baba?” Rüzgar Rodophe’un sözlerinin bir bölümünü
yolun yanında uzayıp giden çalılıkların arasına savurduğundan sözleri iyi
duyamıyan babası geriye dönüp baktığında O’nun geride kaldığını
görünce sorusuna yanıt vermek yerine “ Haydi Rodophe, bana soru
soracağına biraz hızlı yürü. Üzümleri toplayıp hava kararmadan geri
dönmeliyiz.”dedi.
Elkartos sırtına en iri küfeyi, iki eline de büyük
sepetlerden almıştı. Mümkün olduğu kadar fazla üzüm toplamak
istiyordu. Topladığı üzümün bir kısmını yolculuk sırasında kendisine
yardım edecek olan akrabalarına verecekti. Satrap Palmonur’un adamları
barbarların yakında geleceklerini ve herkesin herşeyini toplayıp adaya
gitmek üzere hazır olmalarını haber vermişti. Satrapın adamları kışlık
erzak ve üzüm suyu dolu küplerini arabalara yükleyip götürmüşler
zaten fazla olmayan ev eşyalarını da köy
ile Klazomenai arasında
taşıma işi ile uğraşan akrabalarının eşeklerine
yükleyeceklerdi. Geç olgunlaşan üzümlerden toplayarak suyunu sıkıp
yanında götürmek istiyordu. Bir yandan yaklaşan tehlikeyi ve ailesini
düşünürken bir yandan belki bir daha hiç göremiyeceği yollara,
ağaçlara, bağlara bakıyordu. Çünkü barbarların ilerlemesini engellemek
ve tarlalarda kalan ürünlerin işlerine yaramaması için onlar yola
çıkarken buraları ateşe verilecekti. Barbarlara lanet okuyor, Savaş ve
ateş tanrısı Ares’in onları cezalandırması için dua ediyordu.
Klazomenai’nin
hemen önündeki adaya gidecekleri söyleniyordu. Acaba Persler
denizcilikten anlar mıydı? Gemileri var mıydı? O adada onları bulabilirler miydi? Orada başka adalar da vardı. Belki gidecekleri o ada herkesi almaz. O
zaman onları başka adaya götürürlerdi. Hangisine gideceklerdi? Orada
ne kadar kalırlardı? Nasıl geçinir, orada ne işle ugraşırlardı? Kral
Philippos’un savaşçıları Persleri bozguna uğratabilir miydi? Ya,
Philippos'un savaşçıları yenilir de kendilerinden savaşmaları istenirse ne yapacaktı?
Tüm bu düşünceler kafasında öyle bir dolanıyordu ki; ne
karısının sazlardan yaptığı üzüm küfesini ve iki büyük sepeti üzümle
doldurduğunun farkına vardı ne de küçük kızının kendi kendine
konuşarak asmaların arasında gözden kaybolduğunu. Küçük kız bir
yandan Salima adını verdiği oyuncak bebeği ile konuşuyor bir yandan
küçük elleri ile zor da olsa kopardığı iri taneli kara üzüm
salkımlarını sepetine koymaya çalışıyordu. Yaptığı işe kendisini öyle
vermişti ki, babasının sesini ancak üçüncü seslenişinde duydu.
“Buradayım baba! Salima’nın sevdiği üzümleri topladım!” diye yanıtladı
babasını.
Aynı yoldan geri dönerken güneş Samos üzerinde batmaya
başlamıştı. Rüzgar hafiflemiş, ağustos böceklerinin sesi daha çok
duyulur hale gelmişti. İnce bir bulutun arkasına giren güneş altın
portakal gibi gözüküyordu. Bulutun kenarlarından süzülen güneş
ışınları denize ve gökyüzüne doğru hüzmeler oluşturuyordu. Manzaranın
güzelliği, insanların yarın doğacak zorlu güne hazırlık telaşı
arasında yok olup giderken Rodophe, dönüş yolunda babası Elkartos’un
telaşlı adımlarına ayak uydurmaya çalışıyordu. Salima’ya bakarak
konuşurken önüne çıkan taşı görmediğinden takılıp sendeleyince
sepetindeki üzümlerden en üstteki salkım yere düştü. Rodophe’un
sendelerken attığı tiz çığlıkla geri dönen Elkartos, Salimayı elindeki
sepeti yere koymuş düşen üzüm salkımından kopup etrafa dağılan üzüm
tanelerini toplarken görünce; “ Bırak onları artık Rodophe, yeteri
kadar oyalandık zaten.” dedi. Rodophe babasına bakmadan; “ Olmaz baba,
Salima’mın çabuk büyümesi için hepsine ihtiyacı var.” deyince kızının
inatçılığını bildiğinden sabırla üzüm tanelerini tek tek toplamasını
bekledi. Bu sahne yolda üç kez tekrarlandığından yol hayli uzun sürdü.
Tek katlı, taştan, yığma duvar ve ağaç destekli sazdan örtü
üzerine kurumuş killi toprak çamuru damlı evlerden
oluşan köye yaklaştıklarında karısı Aikone’nin evlerin dışındaki yolda
kendilerini beklerken görünce adımlarını sıklaştırdılar. Aikone,
onlara doğru hızlı adımlarla gidip “ Nerede kaldınız? Meraktan öldüm.”
Derken kocasının elindeki sepetlere yöneldi. Elkartos karısına
sepetleri verirken arkasındaki Rodophe bakarak “Kızının adımları ile
inatçılığı birleşince yine iyi geldik.” deyince Aikone kızgın bir
tonla “ Kızım, sana gitmemeni söylemiştim. Topladığın o üzümler kime
yeterki zaten.” dediğinde Rodophe, elindeki asma dalından yapılmış
bebeğini annesine doğru uzatarak “ Ama anne! Salima'm benim elimden
olmayan yemekleri yemiyor. Biliyorsun.” Dedi. Elkartos’un yükünün
hafiflemesi ve Rodophe’un işittiği azar ile biraz daha hızlı hareket
etmesi üzerine daha hızlı adımlarla köyün dar sokaklarından evlerine doğru
giderken her yandan telaşlı insan sesleri geliyordu. Elkartos, biri
altı aylık diğeri bir buçuk yaşındaki bebeklerini kastederek “
Rahilius ve Haralos’u evde tek başlarına bırakmadın umarım?” dedi. Tek göz
oda ve odadan geçilen üzüm sıkma bölümünden oluşan evlerinin
kapısındaki örtü ve sazdan oluşan kapıyı aralayıp Elkartos’un ağır
küfesi ile rahatça geçmesi için yana çekilen Aikone, “ Hayır. Amcam
Mastinius’lara bıraktım... Aaa, bak heyecan unutuyordum... Küfeyi içeri
indirme amcam; üzümleri bize getirin. Bizde hem daha fazla sıkma
çanağı hem de daha fazla sıkacak insan var. Sizin payınızı da size
veririz. dedi” “ Üzümleri oraya götürelim. Rahilius’la Haralos’u da
alıp döneriz.” Annesini bu sözlerini duyan Rodophe itiraz etti. “
Olmaz anne Salima’mın üzümlerini onlara ellettirmem. Yoksa yemez.
Biliyorsun.” deyince karı koca birbirlerine bakıp sessizce Rodophe'un
inatçılığı karşısında yapacak başka seçenekleri olmadığında
anlaştılar. Aikone, “Tamam Rodophe. Sen içeri gir üzümlerini sık. Ama
sakın dışarı çıkma.” dedi.
Rodophe, sevinçle evden içeri girerken onlarda Aikone’nin amcasının
evine doğru yöneldiler. Mastinius’lara gittiklerinde yemek yemekte
olan ev halkı hemen Aikone’nin elindeki sepetleri alıp Elkartos’un
küfesini indirmesine yardım ettiler. Aikone’nin yeğenleri üzümleri
sıkma bölümüne götürürken Mastinius. “Gelin, birlikte yemek yiyelim
sonra eve gidersiniz” diye teklif ettiğinde Aikone “ İyi olurdu amca
ama Rodophe’u evde bıraktık. Salima’ya vereceği üzümlerini kendi
sıkacakmış. Oyuncağı Salima'ya olan takıntısını biliyorsunuz.” dedi.
Hep birden gülüşürken Mastinus, “ Şimdi onun gözü dünyayı görmüyordur.
Gelin yemeğinizi yiyin onun için de bir şeyler yanınızda
götürürsünüz.” deyince Aikone altı aylık Rahilius’u, Elkartos ise
Haralos’u kucaklarına alarak oturdular. Zeytinyağında pişmiş tahıl ve
sebze karışımızdan oluşan yemeklerini yerken bir yandan da yarın
yapacaklarını konuşuyorlardı. Mastinius’un büyük oğlu Kraitinous,
Elkartos’a dönerek. “ Eşyalarınız, bebekler ve Rodophe için iki
eşek ayırdık.” dedi. Ve sözlerine devam etti. “ Yarın sabah gelip
bizden eşekleri alırsın ama geç kalmayın da bir an evvel yola çıkalım.
Gelen haberler hiç iyi değil.” dediğinde sözü Mastinius aldı. “ Evet.
Ephesos'lular, Artemis'in koruyuculuğunu sağlamak için şehrin kapısını
ve binaları halatlarla Artemis'e bağladıklarından
Persler Ephesos'a giremeyince Pergamon ve Phokaia’ya yönelmişler.
Symirna’lılar kenti boşaltıp adalara kaçmaya başlamışlar.”
Mastinius’un bu sözlerini aniden çıkan rüzgarın sesi kesti. Kapının
örtüsünü havalandıran rüzgar, önüne kattığı yaprak ve tozlarla
birlikte odanın içine girdiğinde herkes önündeki yemek kaplarının
üzerini elleri ile örterek ürkek gözlerle birbirlerine bakıştılar.
Bunu bir uğursuzluk belirtisi olarak gören Elkartos “ Rüzgar biz
gelirken hafiflemişti. Sanırım Hermes bir an evvel yola
çıkmamızı istiyor.” dedikten sonra ilave etti. “Bizi koruyup yanımızda
olması için Klazomenai’daki sunakta savaş ve ateş tanrısı Ares,
savaşçılarımızın zıhlarını koruması için
Hephaestus
ile diğer tanrılara adak sunacak vaktimiz olur umarım.” Mastinius’un
ortanca oğlu Bellonius, Elkartos’a; “Yemekten sonra kandilleri alıp
sahildeki kayıktan ağları ve diğer malzemeleri alalım mı? Adada balık
tutarak yiyecek yaparız.” diye sorduğunda evin hanımı Matkniea,
Rodophe’a götürmeleri için bir kap yemek ve bir parça ekmek getirdi.
Yemek hazırlarken bir yandan konuşmalara kulak misafiri olan Matkinea,
Ares’e fazla güvenmemek gerektiğini aslında korkak bir tanrı olduğunu,
Aphrodite ile yakalandıklarında
Hephaestus’un onu nasıl rezil ettiğini anlatırken rüzgarın getirdiği
duman kokusu hepsini tedirgin etmeye yetmişti. Herkes Matkinea’ya
bakınca ellerini açarak “ Yooo... Ocaktaki ateş yanmıyor.” dediği anda
dışarıdan gelen sesler ağızdan ağıza yükselerek onlara ulaşmaya
başlamıştı. “Yangın!...yangın!... Çayırları erken tutuşturmuşlar...
Bizi gitti sanmışlar!...” Herkes ayağa fırladı. Hazırlıksız
yakalanmanın telaşı ile her ağızdan bir ses yükseliyordu. Kucağındaki
Rahilius ile ayağa fırlayan Aikone’nin yemek yediği kap yere
yuvarlanırken “Rodophe!...Evde yalnız...” diye çığlık atarak kapıya
doğru koşarken amcası Mastinius’un gür sesi ile “ Duruuuuun!...” diye
bağırması üzerine eşikte kaldı.
Sesler kesilmiş, herkes Mastinius’a
bakıyordu. Mastinius, Elkartos’a dönerek “ Sen git. Rodophe’u ve
toparlayabildiğin kadar eşyanızı al buraya gel.” Elkartos hızla
çıkarken Aikone ile bir an göz göze geldiler. Bu kısa bakışmada
Aikone’un gözleri “Rodophe’umu kurtar.” diye yalvarıyordu. Mastinius
panik havasını bastırdıktan sonra Bellonius’a “ Yukarı dama çık, bak
bakalım alevler nerede görünüyor.” Aikone iki çocuğuna sarılmış
ağlarken Zeus ve Apollon’a Rodophe’unu koruması için yalvarıp adaklar
adıyordu. Duman kokusu artık hafifçe genizleri yakacak kadar
keskinleşmeye başlamıştı. Mastinius hemen Kraitinous’u eşekler huysuzlanmasın diye onların
yanına gönderdi. Damdan inen Bellonius’un söyledikleri Aikone’nin
ağlamasını daha da şiddetlendirdi. “ Yangın, köyün kuzeyine ulaşmak
üzere. Rüzgar çok hızlı. Biz yola çıkıncaya kadar doğu daki yola da
ulaşabilir. Bir an önce güneyden köyü terk etmemiz gerekiyor. Mainos
deresini aşarsak alevlerden uzak kalabiliriz.” Bu sözler üzerine
Mastinius, “ Herkes eşyaları eşeklere yüklesin!” der demez kimisi daha
önce denk yapılmış eşyaları kapıp, eşeklerin bağlı olduğu derme çatma
avluya doğru koşuyor, kimisi toplanmamış eşyalarını denk yapmaya
çalışıyordu. Mastinius, Küçük oğlu Favlitinus’u yardım etmesi için
Elkartos’un yanına gönderip, “ Sakın buraya gelmeyin. Hemen Mainos
deresine doğru gidin. Dereyi geçtikten sonra Kratnuros’un bağ evinde
buluşalım. Biz de oraya gideceğiz.” Diye tembihledikten sonra
Aikone’nin yanına gidip omuzlarından kavrarak göğsüne bastırdı.
Ağlayan Aikone’ye, “ Merak etme Elkartos Rodophe’u alevlerin eline
bırakmaz. Hadi gel biz geç olmadan köyü terk edelim.” dedikten sonra
çocuklardan birini Aikone’nin kucağından aldı.
Duman artık köyü kaplamıştı. Gözleri yaşartıp genizi
yakıyor, görüşü engelliyordu. Herkes can kaygısı ile dereye doğru
kaçıyordu. Bağrışmalar çığlıklara karışıyor, tam bir panik
yaşanıyordu. Elkartos eve geldiğinde duman her yanı kaplamış göz gözü
görmüyordu. Rodophe’un adını seslendiğinde aldığı yanıt karşısında şok
oldu. “ Küpün içindeyim baba... Salima’mın üzüm tanesini ararken
karanlıktan göremedim içine düştüm.” “ Niye her yer dumanlandı böyle?”
Alkatros, küpün içindeki üzüm suyunu bir gün önce satrapın adamlarına
vermek için boşattığı için tanrılara şükretti. Yere gömülü büyük küpün
yerini biliyordu ama yine de el yordamı ile küpün yanına geldiğinde
kolunu küpün ağzından içeri sarkıtıp sevgi dolu bir sesle Rodophe’a
seslendi; “ Geldim meleğim, elini uzat.” Küpün dibinde elinden hiç
bırakmadığı Salima’sıyla oturan Rodophe, yaklaşan tehlikenin farkında
bile değildi. Çocukluğun verdiği kayıtsızlık için de babasını
yanıtladı. “ Salima’mın üzümlerini bulmadan çıkmam.” Şaşıran Alkatros
hemen el yordamı ile üzüm aramaya başladı. Odayı çok iyi bildiğinden
Sıkma çanağının etrafını yoklar yoklamaz aradığını buldu.
Parmaklarının ucuna değen taneleri farkeder farketmez salkımı
avuçlayıp. “ Buldum! Rhodope işte” diyerek salkımı sapından tuttuğu
gibi küpün ağzından içeri sarkıttı. Elinden salkımı alan kızına, “
Hadi uzat elini.” dediğinde alevler odanın çatısını tutuşturmuş,
rüzgarın oğultusu ile yanan sazların çıtırtısı birbirine karışıyordu.
Rodophe ise elini uzatmak bir yana “Üzüm salkımını aramıyordum ki
baba. Kopan taneleri arıyordum” dediğinde Elkartos sabrı taşmış bir
halde “Rodophe!...Yeter ama uzat elini artık.” diye bağırdı. Elkartos,
kolunu küpün ağzından içeri sokmuş kızının elini uzatmasını beklerken
Rodophe, elini uzatmadığı gibi babasının son çağrısına da sessizlikle
yanıt vermişti. Sessizliği bozan çatının yanmakta olan sesine
Mastinius’un peşinden gönderdiği Favlitinus eşlik etti. “Elkartos!...
Orada mısınız?...”
Çeşme, M.S. 27 Ağustos 2003
Kazı ekibi başkanı Prof. Dr.
Hayat Erkanal, kazı sponsoru şarap firmasının gönderdiği fotografçıya
“Üstad, Neden akşamı beklediniz?” diye sorduğunda fotografçı Deko,
asistanı Serpil’le çekim alanında yardımcı malzemeler olan şarap
şişesi, şarap kadehi ve üzüm salkımlarını nerelere yerleştirilmesini
istediği hakkında konuşuyordu.
Deko, Prof. Erkanal’a doğru döndü ve ellerini iki yana açıp, “Hocam, ne olur beni üzmeyin. Sizi burada beklettiğim için
gerçekten çok üzülüyorum. Bakın sizin asistanla benim asistan ne güzel
anlaşıyorlar. Hiç bir problem yok. Siz gidin rahatınıza bakın. Akşama
kadar kazı alanında, güneş altında yorulmuş sunuzdur." dedikten sonra
ona doğru yürüyerek konuşmasına devam etti. Deko, tipik bir Akdenizli
gibi konuşmasını jestlerle destekleyerek yapıyordu. "Gündüz
vakti fazla ışık varken bu çekimi yapmak için bu üzüm ezilen alanın
tamamını kapatarak karanlık hale getirmek gerekiyordu. Ama akşamı
bekleyip havanın kararmasından sonra çekim yapmak daha pratik ve ekonomik. Bunun
için akşamı bekledim. Ama sizin beklemeniz gerekmiyor. Lütfen hocam.”
deyince Prof. Erkanal gülümseyerek ellerini; avuçları Deko’ya dönük
tipik bir kabul ediyorum jesti yaparken şakacı bir üslupla “Tamam,
tamam gidiyorum. Siz de rahat edin. Madem kendi bölgemde fazlayım...”
diyerek otomobiline doğru yürürken Deko, “ Aaaa. Olur mu hocam? Ben
tamamen sizi düşündüğüm için böyle konuşuyorum.” deyip koluna girerek
otomobile kadar ona eşlik etti. Kapısını açtıktan sonra Profesörün
otomobile binmesini bekledi. “ İyi akşamlar hocam. Yarın görüşmek
üzere” dedikten sonra kapıyı kapadı ve otomobilin hareketinden sonra
arkasından el salladı. Bir müddet otomobilin uzaklaşmasını
seyrettikten sonra geriye dönüp çekim alanının hemen kenarında duran
sandalyesine oturdu, yanındaki sehpa olarak kullandığı tabure üzerine
koyduğu kadehi alıp şaraptan bir yudum aldıktan sonra Serpil ile
Prof. Erkanal’ın asistanı Vasıf’ın çalışmalarını izlemeye başladı.
Kendisi ile birlikte kazı ekibindeki çalışan öğrencilerde kazı
çukurunun kenarındaki sete oturmuş onları izliyordu. Çekimi izleyenler
sadece bu kadarla sınırlı değildi. Kazı alanı Çeşme’nin yeni yerleşime
açılan merkeze yakın bir mahallesinde diğer evler yapıldıktan sonra
arada kalan bir parseldeki inşaat hafriyatı sırasında ortaya
çıktığından meraklı bakışlara sahip onlarca çift göz balkonlardan
paraflaşların pilot ışıkları altındaki çalışmayı izliyordu.
Çevredeki herkes buranın Türkiye'nin en eski şarap evi olduğunu duymuştu.
Şarap şişesinin etiketini çakıyı sürterek sökmeye çalışan
Vasıf ve yumuşaması için etiketin üzerine su döken Serpil’e,
balkonlardaki meraklı gözleri kastederek, “ Tribünlere oynuyorsunuz
arkadaşlar haberiniz olsun.” diye takılınca Serpil ile Vasıf bir an
işi bırakıp balkonlara doğru göz gezdirdiler. Her ikiside seyircilere
kısa bir gülümseme gösterip el salladıktan sonra işlerine geri
göndüler. Vasıf, “ O zamanlar şarap şişesi ve cam kadeh yokmuş ama
üstad. Seramik kap ve kadeh kullanırlarmış.” dedi. Deko kadehinden iri
bir yudum aldıktan sonra “ İyi de, o zaman fotografta içindeki şarabı
göremeyiz Vasıf’cığım.” Dedikten sonra üzüm sıkma odası kalıntılarına
bakarak bir an o zamana gittiğini düşledi. Sanki; bakışlarını bir
zaman tünelinden geçirip, binlerce yıl öncesinin görüntülerini görmeyi
isyordu. Ama bu mümkün değildi. Bir müddet sonra Vasıf’a dönerek
sordu. “Vasıf, burada yaşayan insanlar nasıl yaşarlarmış? Doğrusu
onları gözlemek, tanımak isterdim.” Vasıf bir müddet sessizce elindeki
şarap şişesinin etiketini sökme işini yapmaya devam etti. Sonra
elindeki çakı ile ören yerini işaret ederek, “Görüyorsun işte
üstad...pek güzel evleri yokmuş. Taş taş üstüne koyup ev yapmışlar.
Yaşamlarını devam ettirmek için gerekli olan şeyler konusunda pek
fazla seçenekleri yokmuş. Çok tanrılı inançları varmış...,ama bu günkü
tanımlamayla laiklermiş diyebiliriz..., akılcılarmış, isonomia yani
eşit paylaşma ilkesini benimsemişler, girişimciymişler..., kader
kavramını tanımayan, meraklı ancak merakta ölçüyü kaçırmayan
insanlarmış..., her durumda çözüm arayan, doğanın kanunlarını
belirlemeye çalışan, bunları günlük yaşamda uygulamaya çalışan
insanlarmış diyebiliriz. Buralara o zamanlar İonia denirmiş.”
Vasıf’ın konuşmasını ilgi ile dinleyen Deko, bir yandan da ören
yerine göz gezdiriyordu. “ Hımm bunlar bayağı olumlu
özellikler...Sağol Vasıf...Peki şurası niye kapkara?” dediğinde Vasıf’
o yöne doğru baktıktan sonra elindeki şarap şişesinin soyulan
etiketinden geriye kalanları Serpilin döktüğü suyun yardımı ile
tamamen temizlemeye çalışırken Deko’nun sorusunu yanıtladı. “Yangın
çıkmış üstad. Buralar tamamen yanmış. O zamanlar için yangın büyük
felaket anlamına gelir... Şimdi de öyle ama elinde olanları zor
elde etmiş insanlar için yangın, yıkım demek. Bir de engellemek için
hiç bir şey yapamamanın çaresizliğini düşün.”
Vasıf ‘ın sözlerini dinleyen Deko birden ayağa kalktı.
Sabit gözlerle kazı yerinin üzüm sıkılan bölümüne bakıyordu.
Belli belirsiz ağzından “ Yangın... Çaresizlik...Üzüm tanesi...”
sözcükleri çıktı. Kendi kendine konuşur gibiydi. Kalıntıların içine
indi. Adeta transa geçmişti. Sıkma çanağının kenarına geldi. Nefes
alışları hızlanmış, alnı ve yüzü terlemeye başlamıştı. Serpile
dönerek elini ona doğru uzattı ve sert bir sesle. “ Üzümleri ver!”
dedi. Kendi aralarında alçak sesle konuşan Vasıf, Serpil ve kazı ekibi
birden sustu. Herkes Deko’ya bakıyor ve onun bu haline bir
anlam vermeye çalışıyordu. Serpil kekeleyerek “ da...daha...
şiseyle kadehi koymadık ki...” demeye çalışırken Deko , gözlerini
açmış ona doğru bakarak daha sert bir sesle “ Üzümleri ver
Serpil vakit yok.” diye bağırdığında Serpil elindeki su şişesini
atarcasına yere bırakıp hemen yanındaki üzüm paketini yırtıp açtı.
Deko’nun, kendisine bütün ekibin yanında anlamsızca bağırarak
emretmesine kızmıştı. İncinen gururunun tepkisi olarak alaycı
bir tavırla yırtılmış paketten ortaya çıkan üzümleri iki eliyle
göstererek, “Kırmızı mı istersiniz, beyaz mı Kral hazretleri” dedi.
Serpil, üzüm paketinden kafasını kaldırdığında kıpkırmızı bir suratla
koşar adım üzerine gelen Deko’yu görünce tiz bir çığlık atıp Vasıf’a
doğru kaçtı. Deko, hızla üzüm paketine elini daldırdı,
“Farketmez...Zaten göz gözü görmüyor ki.” Diye bağırdıktan sonra eline
geçen beyaz üzüm salkımı ile birlikte aynı hızla üzüm sıkılan çanağın
başına geri döndü. Salkımdan kopardığı bir kaç üzüm tanesini eğilerek
ayaklarının dibinde gözlerini ayırmadığı bir noktaya bıraktı. Aynı
şeyi iki kez tekrar ettikten sonra biraz bekleyip doğruldu. Bir elinde
üzüm salkımı, iki kolu aşağı sarkık, terler akan pancar moru yüzünü
yukarı kaldırdı. Kapalı gözlerini derin bir nefes verip açtıktan
sonra, “ Buldu...” dedi.
Çeşme, MÖ: 27 Ağustos 482
Favlitinus’un sesini duyan Elkartos, kolunu küpten çekip
dizleri üzerinde doğrularak dışarı bağırdı. “ Buradayız
Favlitinus...Rodophe’u buldum burada...” Bunu duyan Favlitinus, eşikte
eğilmiş alevlerden korunmaya çalışarak sabırsızca içeri bağırdı. “
Haydi çıkın o zaman...dam üstünüze çökmek üzere.” Elleri ile hızla
yerleri yoklayarak bir üzüm tanesi bulmaya çalışan Elkartos,
Favlitinus’un sesini duyuyordu ama yanıt vermek yerine üzüm tanesi
aramaya odaklanmıştı. Birden elinin üzerine bir şey düştüğünü hissetti
aramayı kesip bunun ne olduğunu anlamaya çalışırken iki elinin üzerine
ve önüne yine ayni şeyden düşünce başını kaldırıp yukarı baktı. Yanan
çatının alevinden başka bir şey görmedi. Yukarı doğru bakarken yüzüne
ve ellerinin üzerine yine o şeyden düştü. Bunların üzüm tanesine
benzediğini farkedip elleri ile yoklayarak önüne düşen taneleri buldu.
Çatıdan düşen üzüm tanelerini düşünmeye vakti olmayan Elkartos, hemen
kolunu küpten içeri sokup bulduğu iki üzüm tanesini Rodophe’a uzattı.
“ Bak...Salima’nın üzüm tanelerini buldum. Hadi uzat elini.” der
demez. Eline Rodophe’un elinin değdiğini ve üzüm tanelerini alarak
elini tuttuğunu hissetti. Bir çırpıda Rodophe’u yukarı çeken Elkartos,
kucakladığı kızına sarılmış bir şekilde dışarı koşarken Favlitinus,
tekrak içeri bağırmaya hazırlanıyordu. Onları gördüğüne sevindiği
yüzünden belli olan Favlitinus hemen önlerine düşerek “Buradan
gideceğiz Elkartos. Eve değil. Mainos deresine doğru gideceğiz. Orada
yangın yok. Onlar da oraya gitti.” diyerek yol gösterdi.
Çeşme, M.S. 27 Ağustos 2003
Bitkin bir şekilde olduğu yere çöken Deko’nun yanına ilk
gelenler Vasıf ve kazı ekibinden iki kız oldu. Onlar Deko’yu yerden
kaldırmaya çalışırken Serpil, dekonun oturduğu saldalyeyi alıp
yanlarına geldiğinde tüm kazı ekibi biraz şaşkın, biraz çekingen üzüm
sıkma alanınına toplandılar. Saldalyeye oturan Deko’nun yüzündeki
terleri Vasıf, boynundan hiç çıkarmadığı pamuklu mendili ile silerken
“ Biraz su getirin.” Dedikten sonra ilave etti. “Arkadaşlar açılın,
biraz hava alsın.” Serpil hemen biraz önce elinden atarcasına
bıraktığı su şişesini getirip Deko’nun yüzüne dökerken çekine çekine
“Nasılsın Deko?. İyi misin?” diye sordu. Aslında herkes gibi o da
Deko’ya “Ne oldu?” diye sormak isterdi ama Deko henüz bu soruyu
yanıtlayacak durumda değildi. Deko yüzüne dökülen su ile biraz kendine
gelince Serpil’in elinden su şişesini alıp biraz içtikten sonra eliyle
biraz önce ayakta durduğu yeri işaret ederek. “Yanıyorlardı” dedikten
sonra başını eğip şişede kalan suyu ensesinden dökerek kafasını
serinletti. Vasıf, “Yanıyorlar mı?” diye tekrar edip üzüm sıkma
alanına baktıktan sonra “Kimler?” dedi ama bu Deko’ya değil kendisine
sorulmuş bir soru oldu. Çünkü o sırada Deko, Serpil’in sorduğu “Peki,
niye bana üzüm üzüm diye bağırdın? Neden üzüm tanelerini koparıp oraya
attın?” sorusu üzerine dönmüş Serpil'e bakıyordu. Ama bakışları
bu soruyu yanıtlamaktan çok ne anlama geldiğini anlamak ister gibiydi.
Herkes Deko’dan yanıt beklerken ortaya çıkan sessizliği kazı
ekibindeki kız bozdu. “ Deko’nun attığı üzüm taneleri yok olmuş.”
Çeşme, MÖ: 27 Ağustos 482
Rodophe,
babasına “ Baba bu taneler Salima’mın üzüm taneleri değil.” dediğinde
artık alevlerin tehditinden uzaklaşmış, babasının kucağında koşar adım
Mainos deresine doğru gidiyorlardı. Elkartos, kızının bu sözlerininin
ne anlama geldiğini hiç düşünmeden “ Üzüm tanelerine sonra bakarız
kızım.” diyerek koşmaya devam etti. Derenin öbür tarafına geçen
Aikone, sürekli geriye bakarak kafilenin arkasından gelirken birden
onları görüp “Geliyorlar!...” diye bağırarak geriye doğru koşmaya
başladı. Artık güvenli alanda olduklarından kafile de durup onların
gelmesini bekledi. Önden koşan Favlitinus’un yanından hızla geçen
Aikone, babasının kucağındaki Rodophe’a sarıldı. Bir yandan “ Bir
şeyin yok değil mi yavrucuğum? “ derken bir yandan kızının vucudunu
kontrol ediyordu. Yüzü gözü is içindeki Rodophe, gözüne kaçan dumandan
sulanan gözlerini oğuştururken babasından yanıt alamadığı sözlerini bu
kez annesine söyledi. “ Anne bu üzüm taneleri Salima’mın üzüm taneleri
değil.” Aikone, kızının anlam veremediği bu sözlerini üzerine
Elkartos’a bakarken Rodophe sözlerini tamamladı. “ Bizim topladığımız
üzümlerin hepsi siyahtı. Bu üzüm tanelerini nereden buldun baba?”
Kızının simsiyah olmuş küçük avucunda pırıl pırıl duran iki beyaz üzüm
tanesine şaşkınlıkla bakan Elkartos,un gözünün önüne biraz önce
yaşadıkları geldi ve bir an ne diyeceğini şaşırarak öylece
kalakaldıktan sonra. “ Onları Salima’ya vermen için üzüm ve şarap tanrısı
Dionysos gönderdi canım” dedi.
Memet
Karabulut
Ağustos 2003
Öyküyü yazmama neden olan antik kentin kazı
alanını görmek için tıklayın.